27 Mayıs 2013 Pazartesi

Kardeşimin Hikayesi

Hep günlerce bekleyip, romanlarını ilk alanlardan olurum.

İkiye ayırırım ben Zülfü Livaneli'nin romanlarını:

"Bir kedi Bir Adam Bir Ölüm", "Engereğin Gözündeki Kamaşma" , "Sevdalım Hayat", "Serenad" gibi okurken anlatımın verdiği dinginlikten, konudan çok keyif aldığım; yıllar sonra konusunu unutmama rağmen okurken yaşadığım huzuru rahatça anımsayabildiklerim...

"Mutluluk" gibi her bir satırın, her bir karakterin her bir ayrıntısının yıllar boyu beynime kazındığı, okurken zaman ve mekan kavramını kaybettiklerim...

Her birinden ayrı ayrı tat aldığım, birbirinden değerli tüm eserleri arasında "Kardeşimin Hikayesi"ni herhangi bir gruba dahil edemiyorum... Ilk 100 sayfa kadar hep alışmış olduğumuz, tüm diyeceklerini aynı sakinlik ve dinginlikle aktaran roman yarısından sonra bambaşka bir hal alıyor. Bir saniye bırakmaksızın, şaşkınlıkla, ilgiyle, merakla okurken bir anda sonunda buluyorsunuz kendinizi... 

Bu roman, bana kalırsa Zülfü Livaneli'nin en başarılı kurgusundan oluşuyor...Ahmet'in yaşam tarzının bir parçası, Mehmet'in yaşadığı trajedinin en büyük tanığı olup çıkıyorsunuz. "Yok artık!" , "Nasıl ya?!" tepkileriyle bitirip, bir an önce biriyle paylaşma ihtiyacı duyacağınız bu mükemmel kurgu içerisinde kaybolmanız için konuya, Mehmet'in hikayesine dair tek kelime etmeden bitiriyorum yazımı.

"Duyguları olmazsa bir insan ne yapar" sorusunun ortaya çıkardığı kıvılcımla bu fikri ve eseri ortaya koyan Livaneli'ye bir kez daha teşekkürler... 


20 Mayıs 2013 Pazartesi

Evden çok uzakta




                   

Kristin Hannah'tan yine iz bırakan, duygusal boşluğa düşüren, bol bol hüzünlendiren bir roman: Evden Çok Uzakta.

İki çocuk annesi, orduda helikopter pilotu olan Jolene, eşine derinden bağlı olmasına rağmen, son zamanlarda evlilikleriyle ilgili sorunlar yaşamaktadır. Ergenlik dönemindeki büyük kızı Betsy ve eşi Michael; Jolene'in mesleğini benimseyememektedir.

İlişkilerinin bu zorlu döneminde Irak'a savaşa çağrılan Jolene, bu çağrıyı kabul ederken hissettiği korkuyu bile ailesiyle paylaşamaz çünkü başta eşi olmak üzere kendisine destek veren kimseyi bulamamıştır. Jolene'i tek anlayan, kendisi gibi orduya katılan pilot arkadaşı Tami'dir.

Savaş, ailenin yaşamını sonsuza kadar değiştirecek gelişmelere neden olurken, savaşa gitmekten çok "savaştan dönmenin" zorluğunu herkese öğretir.

Şimdiye kadar tüm romanlarını (Ateşböceği Yolu, Kış Bahçesi, Sevgi Uğruna Yaptıklarımız, Gece Yolu, Gerçek Renkler) soluksuz okuduğum Hannah'ın, yalnızca bu romanında yaklaşık 100 sayfa kadar birazcık rahatsız oldum, Amerikan ordusunu, mağdurmuşlarcasına savaşmalarını anlatması hoşuma gitmedi ancak savaş sonrası beni yeniden içine çekmeyi başardı roman...

Sonuç olarak, yaşamsal konular seçerek, insan olmayı ve sevginin gücünü herromanında işleyen Kristin Hannah'ı okumaktan hep çok zevk alıyorum.  Henüz tanışmamış olanlar için acilen tavsiye ediyorum.

               

                      

Güneş Demirel'den "Şimdi Benimsin"

Güneş Demirel'in ilk romanı Şimdi benimsin; çok önemli toplumsal sorunlarımızı işlemesi nedeniyle oldukça değerli benim için.

Kendisiyle evlenmesi uygun görülen kişinin bir başkasına kaçması karşısında töreye uyarak, beşik kertmesinin kaçtığı adamın kız kardeşine tecavüz eden Fırat, hiç bir suçu olmayan, töre denen şeyin ne olduğunu dahi bilmeyen on sekiz yaşında tecavüze uğramış, tecavüz sonrasında ailesinden destek
alamadığı için tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda kalan (!) Elif, romanımızın baş kahramanları...

Bir tecavüzün bir genç kızda yarattığı depresyondan çok, önce destek olmayaçalışırken, sonra "etraf ne der" korkusuyla kızlarına sahip çıkmak yerine bir an önce onu kabul edebilecek birine yamamaya çalışan ailesi karşısında hayretler içinde kalıyorsunuz. Bir taraftan Fırat'ın zamanla Elif'e olan sevgisiyle Fırat'la birlikte affedilmeyi beklerken, bir taraftan da kendinizi Elif'in yerine koyarak kimseyi affedemiyorsunuz.

Konu gerçekten hassas, Güneş Demirel'in anlatımı gerçekten güçlü. Anlatım kipinin cümleden cümleye değişmesi, yer yer yazım hataları zaman zaman rahatsız edici olsa da yine de çok başarılı bir "ilk" bana kalırsa. Yıllar sonrasını anlatan son 4,5 sayfayı da çıkartacak olursak daha da başarılı.

Ben sevdim yine de, eline sağlık Güneş Demirel'in...



4 Mayıs 2013 Cumartesi

Neden Elli Ton?!

Bildiğiniz üzere tüm dünyada satış rekorları kıran "Elli Ton" üçlemesi, en az satıldığı kadar da eleştirildi, eleştiriliyor... Romantik ve erotik türdeki seriyi okumakta, önyargılarım nedeniyle, oldukça geç kaldım.

Serinin ilk kitabı, "Grinin Elli Tonu"; genç ve güzel bir edebiyat öğrencisi, Anastasia Steele'in röportaj yapmak üzere genç yaşta çok büyük bir başarı elde etmiş, Grey Şirketler Topluluğu'nun CEO'su Christian Grey'le bir araya gelmesiyle başlar. Genç kız adamın cazibesine kapılır ve onunla birlikte olmak için her şeyi yapmaya hazırdır ve diğer taraftan Grey de buna razıdır fakat bu ilişkiden bazı beklentileri vardır.

Sadist sayılabilecek erotik fantezilerini kız üzerinde uygulamak isteyen adam ilk günden bu birlikteliğin şartlarını ortaya koydığunda, Anastasia oldukça tedirgin olur ancak adama duyduğu aşk yüzünden onu reddedemez. Hayatta her zaman kontrolü elinde tutmaya çalışan Christian'la bir arada Zaman geçtikçe Anastasia incinmesine rağmen gitgide kendini kaptırırken, bir yandan da Grey'in karanlık yönlerini tanımaya başlar.

Bu tür kitapların ilk kez yazıldığını söyleyemeyiz aslında.. Yıllarca plaj şezlonglarında beyaz /pembe / kırmızı serileri görmeye alıştığımız için konunun okuyucuya yeni olması söz konusu değil. Ancak bu kitabı gerçekten merak etme sebebim, ülkemizde cinsellik tabu olan bir konu olduğu için çok okunuyor, satılıyor olmasını anlayabilmeme rağmen, buna tamamen açık olan Avrupa ülkelerinde de bu kitabın gelmiş geçmiş en çok okunan kitaplar arasına girmiş olması! İlk kitap boyunca da bu duruma bir anlam vermezken, saçmalık derecede yoğun olan erotizm azaldıkça kitap daha çok sarmaya başladı.

İkinci kitapta, Christian Grey'in karanlık yönlerinin, sadist eğilimlerinin nedenlerini anlıyor, geçmişinden gelen izleri Anastasia ile birlikte silmeye çalışmasına tanık oluyorsunuz. Üçüncü kitapta ise farklılıklarına, Grey'in aşırı kontrolcülüğünün getirdiği sorunlara ve geçmişinden getirdiği yüklere rağmen bir arada olmaya devam ediyorlar. Bir de seriyi oldukça heyecanlı kılan bir aksiyon silsilesi var...

Seriyi okumadan önce ve sonrasında okuduğum okuyucu yorumlarının çoğu ağır şekilde eleştirir nitelikte olmasına rağmen ilgimi çeken çok büyük çoğunluğunda ilkini sert şekilde eleştiren okuyucunun ikinci ve üçüncü hakkında da eleştiriler, yorumlar yapmış olması! Evet kitap kendini kesinlikle okutuyor, eleştirseniz dahi devamını getirmeden duramıyorsunuz.

Gerçekten son derece akıcı şekilde yazılmış serinin elbette filmleri de çekiliyor. Tasvir ve anlatım gücünden olsa gerek, okuyucunun hayal ettiği Christian Grey'i sunabilmek açısından bir çok adayla deneme çekimleri yapılmış ve adaylar resmi sitede oylamaya sunulmuş durumda. En olası adaylar Matt Bomer (Grey) ve Alexis Bledel (Ana) olarak görünüyor.

"Neden tüm dünyada okunuyor" merakıma gelecek olursak... Bana kalırsa bu serinin okunmasında cinsellikten, erotizmden, "seks hep satar" görüşünden çok "Christian Grey" karakterinin özellikleri etkili... Ne nedirse densin, feminist yanımızda dünyaları ayağa kaldırsak da "Kontrolcü", "aşırı korumacı" erkek profilini seviyor ve bayıla bayıla okuyoruz... Seymen ağayı, Edward Cullen'ı benimsediğimiz gibi benimsedik Christian Grey'i de, bu kadar basit;)







22 Nisan 2013 Pazartesi

Ten Kokusu

Ercan Akbay, "Ten kokusu"nda, bilim dünyasının VNO (Vomeronasal Organ) olarak adlandırdığı, aynı türler arasında sosyal ilişkileri düzenleyen; terde, tükürükte, kanımızda bulunabilen "feromonların" varlığını ve etkilerinin boyutlarını kanıtlıyor.

Yaşanan bir mücadele sonrasında, hatırladığı bölük pörçük anlar arasında, sevgilisini öldürdüğünü anımsayan kahramanımız, teslim olmadan önce emekli bir hukukçu olan, Silivri'de yaşayan annesine gider. Annesinin oğluna yardımcı olmak amacıyla hikayeyi baştan sona dinlemek istemesiyle, flashback'lerle bütün hikaye anlatılır.

Evli olan, kırklı yaşların ortasındaki kahramanımız, kendi yazdığı bar tiyatro performansını izlerken kendini esir alan bir koku alır. Elmalı şampuan, ünlü bir parfüm ve kadının kendi kokusunun karışımı olan bu koku adamın kadına önceleri aşık olduğunu sandığı ardından iste tarifsiz bir tutku ile bağlandığı bir his yoğunluğu ile açıklanabilmektedir. Adam körkütük aşık olduğu kadınla, her ikisini de tanıyan pek çok kişinin uyarılarına rağmen, bir ilişkiye başlar.

Mantık ya da karşılıklı sevgi, saygı çerçevesinden çok uzakta olan bu ilişkinin ayrıntıları zaman zaman anlatılırken, bir taraftan da adamın "ikinci bir hayat yaşıyormuşçasına" hemen hemen her gece gördüğü, bir birbirini takip eder nitelikteki rüyalara yer veriliyor. Başlardan adamın gerçek hayatıyla herhangi bağlantı kuramadığı bu rüyalar, bir süre sonra gerçek hayatındaki davranışlarını, olayların akışını ve hissedilen tutkuları da açıklamaya başlar...

Ercan Akbay'ın, karakterlerin yaşadığı tarifsiz tutkuyu ve yaşadıkları anlamsız olayları, vücut salgılarında bulunan feromonlara bağlaması tıp dünyasının henüz kabul etmediği bir konu olsa da, anlatımı ve rüya & gerçek bölümlerinin bağlanışı açısından oldukça ilginç.

En güzeli de, görme engelli kişilerin de faydalanabilmesi amacıyla 10,5 saatlik bir Seslikitap mp3 CD ekiyle birlikte sunulması... Dilerim tüm yazarlarımız sesli kitap konusuna bir an önce dahil olurlar... Ercan Akbay'ın yaptığı gibi, ek olarak sunulmasa bile yayınladıkların kitapların sesli versiyonlarını da hazırlayıp yayınlayabilirler diye düşünüyorum.

Sesli kitap demişken; dilerseniz siz de GETEM'in web sayfasını ziyaret ederek, gönüllü okuyucu olabilir, çok sevdiğiniz bir eserin görme engelli dostlarımız tarafından dinlenmesini sağlayabilirsiniz.

http://www.getem.boun.edu.tr/







13 Nisan 2013 Cumartesi

Serenad

Zülfü Livaneli'den yine kusursuz şekilde anlatılmış, tarihte gizli kalmışa aynı zamanda bolca yer verilmiş olana, aşka, insana dair mükemmel bir eser; Serenad...

Serenad, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler sekreteri Maya Duran’ın ABD’den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i karşılamasıyla başlar. 1930 lu yıllarda İstanbul Üniversitesinde profesörlük yapmış olan Wagner, yıllar sonra geldiği bu şehirde, geçmişte yaşadığı hüzünlü anıları Maya ile paylaşır.

Romanda, profesörün anılarında; 1941 yılında Romanya’dan yola çıkan ve Yahudi yolcuları taşıyan, Struma isimli yolcu gemisinin İstanbul yakınlarında batırılması anlatılıyor. 768 kişinin hayatını kaybettiği gemide ölenlerin arasında Alman asıllı Amerikalı Profesör Maximilian Wagner’in sevgilisi Nadia da vardır. Gemi Sovyetler tarafından batırılmadan önce bir süre İstanbul limanlarında bekletilir ve hiçbir yolcunun karaya ayak basmasına izin verilmez. Maximilian Wagner sevgilisini kurtarmak için İstanbula gelir ve sevgilisini gemiden çıkartmak için uzun bir süre çaba harcar ancak bu konuda hiçbir başarı elde edemez. Bir süre sonra Struma gemisi Karadenize doğru yol alır ancak fazla gidemeden Sovyet denizaltıları tarafından batırılır.

60 yıllık aşkının izini sürmek için İstanbul'a dönen 87 yaşındaki profesör kendisinin yanı sıra, Maya’nın da geçmişindeki sırlara ışık tutmasına sebep oluyor.

2. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımı, Ermeni ve Kürt sorununun yanı sıra tarihte yeteri kadar yer verilmemiş Struma ve Mavi Alay facialarına ışık tutarken tüm siyasi sorunlarda tek zarar görenin "İnsan" olduğuna bir kez daha dikkat çekiyor...

8 Nisan 2013 Pazartesi

Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak!

Altay Öktem'in polisiye, gerilim ve mistisizm öğeleri içeren, kimsenin sağ çıkamadığı romanı; tuhaf, ilginç, biraz gerçek üstü ama çok akıcı...

Trafik kazasında sevgilisini kaybeden ve kendini eve kapatan yazar Yeşim Miraç, kazadan önce yayınevinin editörüne ilginç bir fikirle gelmiştir. İçlerinde Yeşim Miraç'ın da olduğu sekiz yazar, kendi ölümlerini kurguladıkları hikayeler yazacak ve bunlardan bir derleme oluşturulacak! Öyküler yazılır ve kitabın basımı gerçekleşir. Kitabın ismi "Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak" olur.

İnanılmaz rastlantılar sonucu, derlemede ölüm kurgusu yer alan her yazar sırasıyla ölür, hem de aynen kurguladıkları şekilde! Yazarların yanı sıra, kitapta adı geçen herkes talihsiz olaylarla hayatını kaybetmektedir.

”Kendi ölümünü kurgulayan biri öngördüğü gibi öldüyse bu bir rastlantıdır. Peki, ölümünü kurgulayan herkes aynı şekilde ölüyorsa bu nedir! Böyle bir kitap, edebiyatı mı içerir kehaneti mi!”

Gerçeküstü ve gerilim dolu polisiye unsurların çok ince şekilde örüldüğü kurguda, Altay Öktem'in alışık olduğumuz politik ve medyatik mizah yönü kitabı oldukça zevkli okunur kılmış. Çok keyifli, zevkle okunan bir roman...



7 Nisan 2013 Pazar

Beyoğlu'nda Gezersin

İlk kez okudum Nazlı Eray'ı... Bu türü temsil eden bir başka türk yazarımız var mıdır bilmiyorum ancak artık benim için "Nazlı Eray Tarzı" diye bir şey olduğu kesin. Post-modern dönemin özelliklerini almış eser, "fantastik gerçekçi" romanın bence en iyi örneklerinden biri.

Hayalle gerçeğin; şimdiyle eskinin, zaman ve yer kavramının birbirine girdiği romanda, Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi, 1950'lerde güzeller güzeli Madam Tamara, Mazi Kalbimde Bir Yaradır programının yapımcısı Ulvi, ilk hava şehitlerimizden Fethi Bey, elinde geçmişteki bir kadının hatıra defteri ile Beyoğlunda dolaşan çılgın âşık Bozacı Naki, psikolojik problemlerin konuşulduğu, hastaların telefonla bağlanıp, bilgi aldığı “Deli Saati” adlı programı sunan ünlü Doktor gibi farklı zaman diliminde yaşamış karakterler yer alıyor.

Yazar ya da romanın baş kahramanı 1950’li yıllarda yaşamış, ve bir otel odasında öldürülmüş olan Beyoğlu’nun en güzel kadınlarından Madam Tamara’nın gizemli ölümünü bir zaman tünelinde, gerçeklikten kopmadan, farklı zamanlarda yaşamış kişilerle birlikte çözmeye çalışıyor.

Okuduğum en ilginç romanlardan biri olan "Beyoğlu'nda Gezersin" zaman zaman şaşırtıcı, zaman zaman ürpertici ayrıntılarla dolu... Öyle ki, kitap bittiktan sonra Beyoğlu'na, romanda Madam Tamara'nın sıkça gittiği Markiz pastanesine gittiğimde, önceside defalarca gitmiş olmama rağmen ilk kez gitmişim hissine kapıldım, tam anlamıyla tüylerim diken diken oldu. Okuyucuya bu hissi verebilen tüm yazarların kalemine sağlık;)




Lizbon'a Gece Treni

Öğrencilerinin Mundus adını verdiği Raimund Gregorius alışkanlıklarının esiri, tek düze bir yaşam süren, mesleğinde başarılır bir antik diller öğretmenidir.

Yağmurlu bir havada çalıştığı liseye yetişmeye çalışırken Kirchenfeld köprüsünde bir kadına rastlar. Kadınının köprüden atlamak üzere olduğu hisseder ve engellemek için ona doğru koşar. Kadın Gregorius'a Portekiz aksanıyla unutmaması gereken bir telefon olduğunu söyler ve bu telefon numarasını cebinden çıkarttığı gazlı kalemle Gregorious'un alnına yazar.

Kirchenfeld köprüsünde yaşadığı bu olay hayatının dönüm noktası olur. Gittiği her yerde aklından çıkmayan Portekizli kadını bulma umuduyla dolaşırken bir sahafta portekizce bir kitaba rastlar: Um Ouvrives das palavras - Sözlerin Kuyumcusu.

Portekizli doktor Amedeu Prado tarafından yazılmış kitabın Yaşlı dükkan sahibinin tarafından kendisine çevrilen giriş paragrafı Gregorious'u çok etkiler ve her şeyi bırakarak adını ilk kez duyduğu yazarın peşinden Portekiz'e doğru yolculuğa çıkar.

"Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşamanın üzerinden kayıp gider, sonunda kağıdın üzerinde bir sürü çelişki kalır......"

Prado diktatör Salazar zamanında yaşamış ve istemese de olsa mesleki içgüdü ile Salazar'ın hayatını kurtarmış ve hayatı boyunca halkın tepkisine maruz kalmış bir kişidir. Prado Salazar devrilmeden bir yıl önce ölmüş, kitabı ise kız kardeşi tarafından diktatörün ölümünden bir yıl sonra yayınlatılmıştır.

Gregorious kitabın ve Prado'nun izinden giderek bambaşka bir dünyaya adım atarken bir taraftan da Portekiz'e gelme amacı olan kadını da aramaya devam eder.

Anlatım zaman zaman ağırlaşıp, bazı bölümlerde ilgimi kaybetmeme neden olsa da sıkça yer verilen Sözlerin Kuyumcu'ndan alıntılar ise altı çizilir nitelikte...

Beyaz perdeye uyarlanan romanın filminde ise başrolleri Jeremy Irons, Melanir Laurent ve Jack Hoston paylaşıyor.





23 Mart 2013 Cumartesi

Bir Gün

15 temmuz 1988 yılında mezuniyet töreninde tanışan, yalnızca bir günü bir arada geçirmiş olmalarına rağmen birbirlerinden hiç vazgeçemeyen Emma ve Dexter'ın sımsıcak, samimi, bazen hüzünlü bazen de eğlenceli, zaman zaman dostluk, zaman zamansa aşk adını verdikleri hikayelerine tanık oluyorsunuz.

Mezuniyet gecesinden sonra hayat her ikisini de farklı yerlere, farklı insanlara savursa da birbirlerine yazmaktan asla vazgeçmezler.

Emma yıllar içinde beklentilerini karşılamayan tiyatro gösterilerinde rol alırken,
Dexter televizyon ve medya sektöründe parlayan bir yıldıza dönüşür. Emma, Dexter'ın yokluğunu her anında hissettiği için hayatına kimseyi sokmazken Dexter her gün bir başkasıyladır, her kalp kırıklığında teselliyi Emma'ya ulaşmakta bulur.

Hayat boyu Dexter'ı ümitsizce beklemekten yorulan Emma, hayatına bir çeki düzen vermeye karar verdikten sonra şans yüzüne güler, hayatında olumlu gelişmeler, güzel ilişkiler yer almaya başlar. Ne var ki televizyon dünyası Dexter'ı yarı yolda bırakmış, tüm sahip olduklarını yitirmeye başlamıştır...

İnişli çıkışlı hayatlar yaşayan Emma ve Dexter, birbirlerine bazen aşk bazen de sonsuz dostluk duymuş, her ne sıfatla olursa olsun her zaman birbirlerinin vazgeçilmez parçası olmuşlardır.

David Nicholls‘ın okuduğum ilk romanı olan "Bir Gün", akıcılığı ve anlatım şekliyle ilgimi çekti. Emma ve Dexter'ın ilişkilerinin gelişimi her yıl 15 temmuz günü hayatlarında neler olup bittiği anlatılarak okuyucuya sunuluyor. Merakla bir sene sonraki 15 temmuzda geçen yıl boyunca neler yaşandığını, ilişkilerinin nasıl bir şekil aldığını okuyorsunuz.

Sinemaya da uyarlanmış olan "Bir Gün", elinizden bırakamadan okuyacağınız, sımsıcak bir aşk ve dostluk hikayesi...





16 Mart 2013 Cumartesi

11 yıl aradan sonra "Gönül Meselesi"

11 yıl önce "Git Kendini Çok Sevdirmeden" romanıyla tanımış ve çok sevmiştim Tuna Kiremitçi'yi. Çocukluğumun ve üniversite yıllarımın geçtiği Eskişehir'i satır satır anlatan nadir yazarlardan biriydi. Kitap biter bitmez bir heves yazarına mail attım, teşekkür ettim Eskişehir'i insanlara anlattığı için... Aynı gün içinde döndü mailime, çok samimi şekilde Eskişehirle olan bağından söz etmiş, yorumlarıma kendi yorumlarını eklemiş. Büyük hevesle, yazdığı tüm romanları takip etsem de ilk romanının verdiği hissi diğerlerinde bulamadım.

Tuna Kiremitçi'nin son kitabı, "Gönül Meselesi", "Git Kendini Çok Sevdirmeden"in devamı niteliğinde, aynı karakterlerin etrafında dönüyor... Çocuğunu yitirdikten sonra Eskişehir’e, artık sadece annesinin yaşadığı, genç kızlık evine dönen Arda, çocukluk aşkı Ertuğrul’un yeniden ortaya çıkıp kızı Dünya’yı kendisine emanet edişiyle acısıyla mücadele etmenin bir yolunu bulabilmiş, bir süredir İstanbuldaki evlerinde yalnız bıraktığı eşi Ali'nin yanına döner. Ancak Ali bıraktığı kişiden oldukça farklıdır, yaşadıklarının üstesinden dine sığınarak gelebilmiştir. Arda'yı şaşırtan, bu değişimden çok, Alinin hayatındaki diğer kişidir, Gönül...

Romanlarında tesettürlü kişilere yer vermediği konusunda eleştiri alıyor olmasından dolayı Gönül'e yer verdiğini söyleyen Tuna Kiremitçi, tesettürlü bir genç kızın bakış açısını da okuyucusuna sunuyor. Ancak ilk kitabın devamı niteliğinde olan bu kitapta bu tarz bir bakış açısı gerekli miydi, emin değilim... Her zaman olduğu gibi, ayrıntılara boğulmamış; sade ve akıcı bir dil kullanılmış "Gönül Meselesi"nde... Ne var ki "devam" niteliği taşıyan bir kitabın ilkinden 11 yıl sonra yayılanmış olması hafızaları oldukça yormaya neden oluyor...




Melekler Sokağı

Bazı kitaplar vardır, okurken zevk alırsınız;yanında bir meyve çayı, kucağınızda battaniye, çok keyiflidir... Ne var ki kitap bittikten 2, 3 ay sonra konusuna dair çok fazla şey hatırlamazsınız, tek hatırladığınız sıcacık bir roman olduğudur. Bence tam olarak bu tarife uyuyor "Melekler Sokağı"...

Küçük bir kasabada yıllardır yaşayan, bir başka şehre taşınan torunlarına özlemi her geçen gün artan, bir fırın sahibesi Sarah; geride bıraktığı evliliğin kötü anılarını silmeye çalışan çikolatacı Jamie ve büyük alışveriş merkezlerine giderek artan ilgi karşısında işleri çok bozulan ancak buna rağmen tüm hayatı patchwork dükkanı olan Emma'nın dostlukları; birbirleri için yapabilecekleri, yaşadıkları kasabada iyilik ve yardımlaşmayı yaygınlaştırmak için başlattıkları kampanya konu ediliyor. Kafa dağıtmak, birazcık gülümsemek isterseniz seveceğinizden eminim...

6 Mart 2013 Çarşamba

Pippi Uzunçorap'ı Tanır mısınız?

İlkokulda en iyi arkadaşım ödünç vermişti "Pippi Uzun Çorap Issız Köşkte " kitabını... O kadar sevmiştim ki, elimden bırakmadan bir solukta bitirmiştim. Uzun zaman sonra kitaplığımda bu seriye yer vermek için her yerde arasam da basımı durduğu için bulamadım. Bursa'da bir sahafta 2 kitabı bulup, bu ümitle sahafın altını üstüne getirdikten sonra 3. kitabı bulduğumda mutluluktan ağladığımı hatırlıyorum.

Pippi Uzunçorap, Astrid Lindgren'in kızının hasta olduğu bir dönemde, kızını eğlendirmek için uydurduğu bir karakter olup, bu serinin ilk kitabini, 1945'te tamamladığında kızına 10. doğum günü hediyesi olarak hediye eder.

Çocuk kitabı olarak bilinen Pippi Uzunçorap'ı yıllar sonra yeniden okuduğumda kahkahalarla güldüğüm, "çocukken bu ayrıntıları anlayabilmiş miydim acaba?" diye düşünmekten kendimi alamadığım, tek kelimeyle "kült" bir eser.

Herkesten çok farklı, çok sevimli, yerçekimine aykırı konumlanmış turuncu saçları iki yanında örgülü, çilli, uzun çoraplı, garip giyinimli bir kız çocuğudur Pippi. Annesi o doğar doğmaz melek olmuş, denizci olan babası ise yakın zaman önce korsanlarla verdiği amansız bir savaşta hayatını kaybetmiş ancak Pippi'ye çuvalla altın bırakmıştır. Küçücük yaşında bu zenginliğe sahip olan Pippi her yönüyle yaşıtlarından hatta tüm insanlardan faklıdır. Kocaman bir at ve babasından kalan maymunu ile birlikte kocaman bir villada yaşar. Gözü pek, korkusuz, her türlü zorluğa ilginç de olsa çözümlerle bir yol bulan bir kız çocuğudur Pippi. Kendi kendini okula yazdırır, düzenli olarak okuluna gider ancak yıllarca babasıyla dünyayı gezen Pippi'ye ilkokulda öğretilenler çok anlamsız gelir.

Tamamen kendine has tarzı ve güçlü duruşuyla herkesin idolü olan Pippi, insanların kalıplaşmış alışkanlıklarını, geleneksel yönlerini eleştirmeye bayılır.

Bir de yaşadıklarıyla ilgili palavra atmaya bayılır Pippi Uzunçorap, özellikle de işine gelmeyen konularda... Serinin son kitabından, Pippi'nin ağzından bir alıntı:

“Ben okul diye Arjantin’dekilere derim,” dedi etrafındaki çocukları gururla süzerek. “Asıl orada okula gitmeliydiniz. Noel tatilinden üç gün sonra, Paskalya tatili başlar. Paskalya tatili bittikten üç gün sonra da yaz tatili başlar. Yaz tatili 1 Kasım’da biter. Tabii 11 Kasım’da başlayan Noel tatiline kadar biraz zorlanırsınız. Ama hiç değilse ev ödevi diye bir şey yok. Arjantin’de ev ödevi yapmak kesinlikle yasak! Tamam, bazen gardıroba saklanıp da ev ödevi yapan bir ya da iki Arjantinli çocuk çıkar ama anneleri onları bir yakalarsa, vay hallerine. Hele toplama işlemi, oradaki okullarda adı bile anılmaz. Eğer bir çocuk 7 artı 5’in kaç ettiğini bilir de, bir de öğretmene söylecek kadar budala olursa, bütün bir gün utanç köşesinde tek ayak üzerinde dikilmek zorunda kalır. Yalnızca cuma günleri ders yaparlar, tabii ders yapacak kitap bulabilirlerse. Ama neyse ki orada hiç kitap yok.”

Yakın zaman önce yeni basımlarının çıkmasıyla yeniden okuyucusuyla buluşan Pippi Uzunçorap, gerek tv dizisi, gerek filmler, gerek de kitaplarıyla tanınan Pippi Uzunçorap, her yaşta herkesin okurken zevk alacağı, arşivlenmesi gereken bir edebi eser.








27 Şubat 2013 Çarşamba

Mino'nun Siyah Gülü

"Terliklerimle gelsem sana... Sonunda aşkı bulmuş gibi..." Bu kısacık ama inanılmaz çok şey hissettiren dizelere iç çekerek can veren Hüsnü Arkan... Bu basit dizelerin taşıdığı sıcacık anlamlar yazılmış tüm aşk şarkılarından, şiirlerinden çok daha fazla etkiler beni.

Yıllarca Ezginin Günlüğü'nün solisti olan Hüsnü Arkan geçtiğimiz yıllarda gruptan ayrılarak kendi solo çalışmalarıyla dinleyicisine ulaşıyor.

Onun ruh verdiği tüm sımsıcak dizeler adına büyük beklentilerle başladım "Mino'nun Siyah Gülüne"... Her satırda bir kez daha saygı duydum bu koskoca adama...

60'lı yıllardan günümüze uzanan romanda, 12 Eylül döneminin acıtan ayrıntıları bir ailenin kadınlarının gözünden anlatıyor. 12 Eylül darbesinde idam edilen gençlik aşkı Hasan'ın cenazesi için çocukluk kasabasına dönen Zehra, bağevinde bulduğu yakın zaman önce kaybettiği sıradışı bir insan olan halası Mino'nun mektuplarını bulur. Mino ile Zehra'nın annesi arasında gelip giden mektuplar sayesinde bilinmeyen bir çok şey açığa çıkarken, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşananlara farklı bakış açılarıyla ışık tutuluyor.

Gerek tasvirleri gerek de olay örgüsü en çok da anlatımıyla her satırında sımsıcak bir his verdi bu kitap bana. Bazen büyüdüm "sırtına yün bir hırka atan, yaprak gibi, hafif bir rüzgâr esse uçacakmış gibi duran" Mino oldum, bazen bu günlere döndüm Zehra oldum... İdam sehpasındaki sessiz, gencecik Hasan oldum... Kah ağladım, kah güldüm...

Hüsnü Arkan, bir erkek tarafından bir kadının ruhundan; olayların, hislerin, düşüncelerin daha iyi anlatılamayacağının nadir bir örneği...

Henüz tanışma fırsatınız olmadıysa şiddetle tavsiye ediyorum, kaç yaşında olursanız olun, zevkleriniz, kişilik özellikleriniz ne olursa olsun kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin.

Bu postum bugün doğum günü olan Deniz Geçmiş'e armağan olsun... Hasan'a, Deniz'e, Yusuf'a, Hüseyin'e... Dar ağacındaki tüm fidanlara...



24 Şubat 2013 Pazar

Hala Tanışmayanlar için "Açlık Oyunları Üçlemesi"

Konusunu biraz ütopik bulduğumdan önyargılı davranıp oldukça geç tanıştım ben bu seriyle. Seriyi okuyanlarla birlikle "Açlık Oyunları" filmini izledikten sonra derhal başladım. Bu post da benim gibi okumakta geç kalanlar, "ben o tarz kitapları pek sevmiyorum" şeklinde yaklaşanlar için;)

Kuzey Amerika yakınlarında, mıntıka adı verilen sömürge kentlerin yönetimini üstlenmiş olan Capitol birimi, mıntıka ayaklanmalarını bastırmak amacıyla her yıl düzenli olarak her mıntıkadan bir erkek, bir kız olmak üzere iki haracın katılımının zorunluğu olduğu "Açlık Oyunları"nı düzenlemektedir.

Açlık oyunlarında, 12 mıntıkadan toplanan ikişer haraç, düzenli bir eğitime tabi tutulduktan sonra Capitol'un gelişmiş teknolojisi sayesinde zenginleştirilmiş çeşitli kurgulara maruz kalarak yaşam mücadelesi vermelermektedir. Oyun, Capitol halkına ve tüm mıntıkalarda canlı olarak yayınlanmakta olup, oyundan yalnızca bir kişi hayatta kalıncaya dek devam edecektir.

12. mıntıkadan haraç kurasında çıkan kız kardeşinin yerine gönüllü olan okçuluk konusunda üstün yetenekleri olan Katniss ve erkeklerin kurasından çıkan Peeta, 74.açlık oyunlarında dövüş ve savunma teknikleri açısıdan pek çok mıntıkaya göre oldukça hazırlıksız olmalarına rağmen, arenada gerek stratejileri gerek de şansın yanlarında olması nedeniyle Capitol birimi kendi yönetemediği beklenmedik pek çok gelişmeye tanık olur.

Serinin ikinci kitabı olan "Ateşi Yakalamak"ta ise evlerine sağ salim dönen Katniss ve Peeta'nın oyun süresince Capitol'e ve Oyunlara olan isyanları halkta da yer yer kıvılcımlara neden olarak isyanları başlatır. Capitol'un buna bulduğu çözüm ise halkın tepkisini çekmeden Katniss ve Peeta'nın yok olmalarını sağlamaktır. Bu sebeble 75. Açlık Oyunları şerefine bir kural değişikliğine gidilir; çeyrek asır oyunlarının yarışmacıları galiplerin arasından seçilecektir... İlk oyunlardan beri taktığı "Alaycı kuş" rozeti nedeniyle, alaycı kuş simgesinin isyanın sembolü olmasına istemeden neden olan Katniss, çeyrek asır oyunlarının başlangıcında da kendisi için tasarlanmış, kendi etrafında döndüğünde onu bir alaycı kuşa döndüren inanılmaz kostümü sayesinde Capitol'ün nefretini kazanmaya devam etmektedir. 75. Açlık Oyunları da Katniss'in emre itaatsizliği nedeniyle Capitol'ün kontrolünden çıkan olaylara gebe olur.

Üçüncü kitap, "Alaycı Kuş" ise Çeyrek Asır Oyunlarında yaşananlardan sonra 12.mıntıkanın Capitol tarafından bombalanarak, yok edilmesiyle başlar. Bu sırada Açlık Oyunlarından kaçırılan Katniss ve 12.mıntıkadan kaçabilenler öncesinde varlığından habersiz oldukları 13. mıntıkaya sığınır. 12. mıntıkanın yok olması, isyanların artması ve Peeta'nın esir düşmesi ile birlikte Katniss isyanın lideri, "Alaycı Kuş" olmayı kabul eder ve diğer tüm mıntıkaları da kendi tarafına çekerek Capitol’u yok etmek amacıyla büyük bir savaş verir...

Genel olarak, bağımsızlık ve dayanışmanın öneminin vurgulandığı serinin anlatımı öyle başarılı ki, bir süre sonra doğaüstü kurguları sıradan olaylarmışçasına okuyorsunuz.

Yazar, Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları" kurgusu fikrinin ilk kez televizyon izlerken bir reality yarışma programından, Irak'ın işgal görüntülerine zap yaparken oluştuğunu düşünecek olursak, oldukça yaratıcı bir seri olduğunu söyleyebilirim...










20 Şubat 2013 Çarşamba

Asal Sayıların Yalnızlığı - Paolo Giordano

Roman için seçilen isim çok ilgi çekici gelmişti ilk gördüğümde... "Asal Sayıların Yalnızlığı". Asal sayıların sadece kendilerine ve bire bölünebilmelerinden gelir yalnızlıkları... Bu güzel benzetmeyle ne anlatılmış olabileceğini çok merak ederek başladım hemen.

Özünde bir aşk hikayesi "Asal Sayıların Yalnızlığı". Ancak sizi heyecanlandıran, aşka ve sevgiye özendiren türde değil, hayallerinizde dilediğinizce canlandırdığınız yakışıklı ya da güzel baş karakterleri de yok, hatta anormal derecede yalnız iki insanın birbirinde bulduklarına tanık oluyorsunuz...

Küçükken geçirdiği bir kaza sonucu topal kalan ve bu bedensel özürünün yarattığı kompleks nedeniyle sosyalleşmekten daima uzak olmuş Alice ve zeka engelli kız kardeşinden duyduğu utanç nedeniyle kendini çevresindeki tüm insanlardan izole eden ve duyduğu utanç nedeniyle davet edildikleri bir doğumgünü partisine giderken parkta bıraktığı kız kardeşini sonsuza kadar kaybeden Mattia... Geçmişte yaşadıklarının bedelini yalnızlıkla ödeyen iki insan, yalnızca kendine bölünebilen iki asal sayı...

Bu iki yalnız insanın birbirlerinin ruhlarına değişine, istemeden de olsa birbirlerinin yaralarını sarışına ve zamanla sadece kendilerine ve birbirlerine bölünebilen sayılar oluşuna tanıklık ediyorsunuz.

Nükleer fizik alanında doktora yapmakta olan Paolo Giordano‘nun ilk romanı olan "Asal Sayıların Yalnızlığı", İtalya’nın önemli ödüllerinden Premio Strega ödülünü de bu romanına borçlu.




16 Şubat 2013 Cumartesi

Sinestezya - Jeffrey Moore

Hiç yaşamayanlar için kulağa çok saçma geldiğini biliyorum ama hiç "4 sayısı olsa olsa turuncu olabilir, 8 ise yeşil" diye düşündüğünüz oldu mu? Cuma günlerinin koyu mor renk olduğunu hissettiğiniz, E harfinin tok sesli olduğuna emin olduğunuz... Bu saptamalar tamamen bana ait ve açıkçası tıpta bunun bir karşılığı olduğunu, bu durumun "sinestezi" olarak adlandırıldığını bu kitabın arka kapağını okuduğum an anladım ve inanılmaz bir merakla kitaba başladım.

Baş kahramanımız Noel Burun bir sinestezik... Annesi Alzheimer hastası olan Noel, alanında çok ünlü bir bilim adamının notlarını inceleyerek annesini iyileştirecek bir buluş için kolları sıvar. Bu yolda ona; hedonist, yüksek egolu, eski bir yazar olan arkadaşı Norval, çocuklukta yaşadıkları nedeniyle büyük gizler taşıyan, geçmişinden kurtulmaya çalışan eski sinema aktristi Samira ve çılgınlık derecesinde eğlenceli arkadaşı JJ ona destek oluyor.

Dünya çapında bir bilim adamının notlarına ve onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin günlüklerine dayanan roman, bilimsel açıdan çok dolu olmasına rağmen anlatımı sayesinde su gibi akıp gidiyor...

Sinesteziye dönecek olursak; "Sinestezi" Yunanca kökenli bir kelime olup birleşik duyu anlamına geliyor. Sinestezik kişilerde bir duyunun uyarımı otomatik olarak başka bir duyu algısını tetikliyor böylece sinestezikler gerçegi, farklı duyusal algılamaları birbiriyle karıstırarak görüyorlar. Örneğin renkleri duyup, şekilleri tadıp, sesleri koklayabiliyorlar. Araştırmalar bunu "hastalık" olarak kabul etseler de bazılarına göre mucize, hatta mistik bir insan yeteneği... Belki de yalnızca beynin bize oynadığı yaratıcı, eğlenceli, renkli bir oyun...







9 Şubat 2013 Cumartesi

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim - Joanne Greenberg

Yıllar önce, büyük ihtimalle de ergenliğin etkisiyle, hayatımdaki her olumsuzluktan derin yaralar aldığım bir dönemde idolüm, annemin hediye ettiği, okuduğumda bana gerçekten iyi gelen, yakın zamanlarda yeniden okuduğum bir kitapla ilgili yazmak geldi içimden bu akşam, "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim"

Romanda, şizofreni tanısı konan 16 yaşındaki Deborah’ın ailesinden ve evinden ayrılıp akıl hastanesine yerleşmesiyle başlayan tedavi süreci, bu süreçte deneyimli doktoruyla gerçekleşen terapi seansları, Deborah'ın hastanede yaşadığı deneyimler sonucunda hayatı sorgulayışı anlatılıyor. Okurken siz de sorguluyorsunuz... Bu kadar net bir çizgi var mıdır? Normal ya da hasta olmak, yani içerde ya da dışarda olmak...

Şizofreni bilindiği üzere hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir beyin hastalığı... Bir çoğumuzun içinde biraz şizofreni var aslında, zaman zaman uyum sağlayamadığımız, kendi iç dünyamızdan bir türlü çıkamadığımız.. Nobel ödüllü matematikçi John Nash, Kurt Cobain, Picasso, Leonardo Da Vinci... Şizofren tanısı konmuş kişiler... Hepsi kendi alanlarında dünyanın en başarılı isimleri...

Kendi dünyası ve dış dünya arasında çırpınan Deborah, deneyimli doktoru sayesinde zamanla hayata dair pek çok korkusunu yenerek büyük oranda iyileşir ve taburcu olur. Ancak dışardaki dünya içerisinde bir birey olmak düşündüğü kadar kolay değildir. Korkuları, deneyimleri, hayal kırıklıkları nedeniyle hayatına son verme noktasına geldiğinde Dr. Freid'a geri döner. Doktorunun kendisine olan yaklaşımı ve sözleri bugün bile neredeyse ezbere bildiğim, sıkça kendime sunduğum sözler:

"Bak, dinle beni, sana hicbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.
Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim...
Ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim.
Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim.
Sana sundugum tek gerceklik savaşım.
Ve sağlıklı olmak, gücünün yettigi kadariyla, bu savaşımı kabul edip etmemek de özgür olmak demektir.
Ben yalan şeyleri vadetmem hiç.
Kusursuz güllük gülistanlik bir dünya masalı koca bir yalandır...
Üstelik böyle bir dünya cok can sıkıcı bir yer olur"

Romanda, mental hastalıkların tedavi sürecinde yaşanan zorluklar acımasızca anlatılırken, hasta kişiyi normal kavramını sorgulatacak derecede anlamanıza olanak sunuyor.

Şizofreni hastalarının dünyalarının çarpıcı bir şekilde konu edildiği roman sayesinde kendi adıma edindiğim en anlamlı anlayış; "hayatın düz, engebesiz bir yol olmasını ummaktan, başa gelen olumsuzlukları sorgulamaktan çok, her şeyi olduğu gibi kabul ederek mücadele gücünü asla yitirmemek" oldu. Açıkçası mücadele gücümüm kaynağı da oldu.

"Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" roman olmanın da ötesinde gerçek bir psikolojik destek niteliğinde... Tüm ihtiyaç duyanlara...











2 Şubat 2013 Cumartesi

Asma Pansiyon - Işıl Şenol


"Asma Pansiyon"a, bir pansiyona ancak Bozcaada'da "Asma" ismi verilebileceğinden olsa gerek, içimdeki tarifsiz Bozcaada aşkıyla gördüğüm an alıp başladım... Bozcaada'ya ilk gittiğimde ordaki yaşantı alışkanlıklarından, şaraptan, buz gibi tertemiz denizden, Rum mahallesinin daracık sokaklarındaki birbirinden güzel evlerden öylesine sarhoş olmuştum ki, döner dönmez Bozcaada'da geçen bir roman yazma sözü verdim kendime. Bu kitaba da buna benzer bir hevesle başladım açıkçası... Ancak benim için kocaman bir hayal kırıklığı oldu... Nedenine gelirsek:

Roman, ailesinden beklediği ilgi ve sevgiyi bulamayan ve bu nedenle yeni başlayan ilişkisine sımsıkı tutunan Defne'nin aldatılması üzerine öncesinde hiç gitmemiş olduğu Bozcaada'ya kendini atmasıyla başlıyor. Evet, Bozcaada'ya gidenler bilir bu hissi, Bozcaada gerçekten kalabalıklardan kaçıp, yalnızlığınızla başbaşa olmak istediğinizde ilk aklınıza gelecek yer olma niteliği taşıyor. Defne de Madam Yenola'nın yıllardır işlettiği Asma Pansiyon'a gidip yerleşiyor. Her şeyden kaçıp Bozcaada'da yalnızlığı tercih eden yalnızca Defne değil oysa ki... Çocukları yasal olmayan yollarla para kazanmakta olan ve bu nedenle oğullarıyla görüşmeyen, eşinin ölümüyle de iyice yalnızlaşan Ekrem Bey, eşiyle sorunları olan müzik öğretmeni Belma, idealleri uğruna mesleğini bırakmış olan gazeteci Demir pansiyonun diğer sakinleri... Hatta pansiyonun işletmecisi Madam Yenola'nın bile hüzünlü bir hikayesi var, gençliğinde sevdiği adam uğruna ailesiyle beraber ülkesine dönmek yerine Bozcaada'da kalmış Yenola... Sevdiği adamın onu terketmesi üzerine yıllardır yapayalnız Bozcaada'ya sıkışıp kalmış...

Pansiyon sakinlerinin hikayelerine tanık oluyorsunuz genel olarak romanda. Basit, oldukça sade bir anlatımı var. Ama bana kesinlikle aradığım tadı veremedi, öncelikle anlatım şekli kesinlikle bir "ilk roman" hissi veriyor ki sonrasında Işıl Şenol'un yayınlanan ilk romanı olduğunu öğrendim. Ayrıca bir pansiyon dolusu mutsuz insan... Herkesin kocaman sorunları var... Belki biraz güzellik, mutlu, eğlenceli bir kaç an anlatılmış olsaydı daha güzel olabilirdi. İlk sayfasında "Geçmişten günümüze Bozcaada'dan yolu geçen herkese" ithaf edilmiş olan romanda tek bir arnavut kaldırımlı, beyaz duvarlarını begonviller sarmış mavi pencereli evlerin yanyana dizildiği bir sokak anlatılmamış... Bağlarında geçen ya da Bozcaada'da adet olduğu üzere bir kadeh şarapla güneşin denize batışına tanık olunan bir an hiç yaşatılmamış... Ada halkının hayata dair küçük beklentileri, büyük neşeleri, sımsıcak hallerinden hiç bahsedilmemiş. Yazar ya Bozcaada'ya hiç gitmemiş ya da ordaki atmosferi anlatma gereği duymamış.

Biz Bozcaada tutkunları için, Bozcaada; aşktır, şaraptır, denizdir, limandır, Martı Restaurant'ta Ezginin Günlüğü eşliğinde denizi izlemektir, rüzgar güllerinin altında Polente fenerinin yanıbaşında oturup şarabı yudumlarken güneşin denizdeki batık geminin arkasından batışına tanıklık etmektir. Bunların olmadığı bir roman Bozcaada romanı olarak geçmemelidir bence;) Asma pansiyon için diyeceklerim bundan ibaret, Bozcaada'nın güzelliğine dalmak zamanıdır...