27 Şubat 2013 Çarşamba

Mino'nun Siyah Gülü

"Terliklerimle gelsem sana... Sonunda aşkı bulmuş gibi..." Bu kısacık ama inanılmaz çok şey hissettiren dizelere iç çekerek can veren Hüsnü Arkan... Bu basit dizelerin taşıdığı sıcacık anlamlar yazılmış tüm aşk şarkılarından, şiirlerinden çok daha fazla etkiler beni.

Yıllarca Ezginin Günlüğü'nün solisti olan Hüsnü Arkan geçtiğimiz yıllarda gruptan ayrılarak kendi solo çalışmalarıyla dinleyicisine ulaşıyor.

Onun ruh verdiği tüm sımsıcak dizeler adına büyük beklentilerle başladım "Mino'nun Siyah Gülüne"... Her satırda bir kez daha saygı duydum bu koskoca adama...

60'lı yıllardan günümüze uzanan romanda, 12 Eylül döneminin acıtan ayrıntıları bir ailenin kadınlarının gözünden anlatıyor. 12 Eylül darbesinde idam edilen gençlik aşkı Hasan'ın cenazesi için çocukluk kasabasına dönen Zehra, bağevinde bulduğu yakın zaman önce kaybettiği sıradışı bir insan olan halası Mino'nun mektuplarını bulur. Mino ile Zehra'nın annesi arasında gelip giden mektuplar sayesinde bilinmeyen bir çok şey açığa çıkarken, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşananlara farklı bakış açılarıyla ışık tutuluyor.

Gerek tasvirleri gerek de olay örgüsü en çok da anlatımıyla her satırında sımsıcak bir his verdi bu kitap bana. Bazen büyüdüm "sırtına yün bir hırka atan, yaprak gibi, hafif bir rüzgâr esse uçacakmış gibi duran" Mino oldum, bazen bu günlere döndüm Zehra oldum... İdam sehpasındaki sessiz, gencecik Hasan oldum... Kah ağladım, kah güldüm...

Hüsnü Arkan, bir erkek tarafından bir kadının ruhundan; olayların, hislerin, düşüncelerin daha iyi anlatılamayacağının nadir bir örneği...

Henüz tanışma fırsatınız olmadıysa şiddetle tavsiye ediyorum, kaç yaşında olursanız olun, zevkleriniz, kişilik özellikleriniz ne olursa olsun kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin.

Bu postum bugün doğum günü olan Deniz Geçmiş'e armağan olsun... Hasan'a, Deniz'e, Yusuf'a, Hüseyin'e... Dar ağacındaki tüm fidanlara...



24 Şubat 2013 Pazar

Hala Tanışmayanlar için "Açlık Oyunları Üçlemesi"

Konusunu biraz ütopik bulduğumdan önyargılı davranıp oldukça geç tanıştım ben bu seriyle. Seriyi okuyanlarla birlikle "Açlık Oyunları" filmini izledikten sonra derhal başladım. Bu post da benim gibi okumakta geç kalanlar, "ben o tarz kitapları pek sevmiyorum" şeklinde yaklaşanlar için;)

Kuzey Amerika yakınlarında, mıntıka adı verilen sömürge kentlerin yönetimini üstlenmiş olan Capitol birimi, mıntıka ayaklanmalarını bastırmak amacıyla her yıl düzenli olarak her mıntıkadan bir erkek, bir kız olmak üzere iki haracın katılımının zorunluğu olduğu "Açlık Oyunları"nı düzenlemektedir.

Açlık oyunlarında, 12 mıntıkadan toplanan ikişer haraç, düzenli bir eğitime tabi tutulduktan sonra Capitol'un gelişmiş teknolojisi sayesinde zenginleştirilmiş çeşitli kurgulara maruz kalarak yaşam mücadelesi vermelermektedir. Oyun, Capitol halkına ve tüm mıntıkalarda canlı olarak yayınlanmakta olup, oyundan yalnızca bir kişi hayatta kalıncaya dek devam edecektir.

12. mıntıkadan haraç kurasında çıkan kız kardeşinin yerine gönüllü olan okçuluk konusunda üstün yetenekleri olan Katniss ve erkeklerin kurasından çıkan Peeta, 74.açlık oyunlarında dövüş ve savunma teknikleri açısıdan pek çok mıntıkaya göre oldukça hazırlıksız olmalarına rağmen, arenada gerek stratejileri gerek de şansın yanlarında olması nedeniyle Capitol birimi kendi yönetemediği beklenmedik pek çok gelişmeye tanık olur.

Serinin ikinci kitabı olan "Ateşi Yakalamak"ta ise evlerine sağ salim dönen Katniss ve Peeta'nın oyun süresince Capitol'e ve Oyunlara olan isyanları halkta da yer yer kıvılcımlara neden olarak isyanları başlatır. Capitol'un buna bulduğu çözüm ise halkın tepkisini çekmeden Katniss ve Peeta'nın yok olmalarını sağlamaktır. Bu sebeble 75. Açlık Oyunları şerefine bir kural değişikliğine gidilir; çeyrek asır oyunlarının yarışmacıları galiplerin arasından seçilecektir... İlk oyunlardan beri taktığı "Alaycı kuş" rozeti nedeniyle, alaycı kuş simgesinin isyanın sembolü olmasına istemeden neden olan Katniss, çeyrek asır oyunlarının başlangıcında da kendisi için tasarlanmış, kendi etrafında döndüğünde onu bir alaycı kuşa döndüren inanılmaz kostümü sayesinde Capitol'ün nefretini kazanmaya devam etmektedir. 75. Açlık Oyunları da Katniss'in emre itaatsizliği nedeniyle Capitol'ün kontrolünden çıkan olaylara gebe olur.

Üçüncü kitap, "Alaycı Kuş" ise Çeyrek Asır Oyunlarında yaşananlardan sonra 12.mıntıkanın Capitol tarafından bombalanarak, yok edilmesiyle başlar. Bu sırada Açlık Oyunlarından kaçırılan Katniss ve 12.mıntıkadan kaçabilenler öncesinde varlığından habersiz oldukları 13. mıntıkaya sığınır. 12. mıntıkanın yok olması, isyanların artması ve Peeta'nın esir düşmesi ile birlikte Katniss isyanın lideri, "Alaycı Kuş" olmayı kabul eder ve diğer tüm mıntıkaları da kendi tarafına çekerek Capitol’u yok etmek amacıyla büyük bir savaş verir...

Genel olarak, bağımsızlık ve dayanışmanın öneminin vurgulandığı serinin anlatımı öyle başarılı ki, bir süre sonra doğaüstü kurguları sıradan olaylarmışçasına okuyorsunuz.

Yazar, Suzanne Collins'in "Açlık Oyunları" kurgusu fikrinin ilk kez televizyon izlerken bir reality yarışma programından, Irak'ın işgal görüntülerine zap yaparken oluştuğunu düşünecek olursak, oldukça yaratıcı bir seri olduğunu söyleyebilirim...










20 Şubat 2013 Çarşamba

Asal Sayıların Yalnızlığı - Paolo Giordano

Roman için seçilen isim çok ilgi çekici gelmişti ilk gördüğümde... "Asal Sayıların Yalnızlığı". Asal sayıların sadece kendilerine ve bire bölünebilmelerinden gelir yalnızlıkları... Bu güzel benzetmeyle ne anlatılmış olabileceğini çok merak ederek başladım hemen.

Özünde bir aşk hikayesi "Asal Sayıların Yalnızlığı". Ancak sizi heyecanlandıran, aşka ve sevgiye özendiren türde değil, hayallerinizde dilediğinizce canlandırdığınız yakışıklı ya da güzel baş karakterleri de yok, hatta anormal derecede yalnız iki insanın birbirinde bulduklarına tanık oluyorsunuz...

Küçükken geçirdiği bir kaza sonucu topal kalan ve bu bedensel özürünün yarattığı kompleks nedeniyle sosyalleşmekten daima uzak olmuş Alice ve zeka engelli kız kardeşinden duyduğu utanç nedeniyle kendini çevresindeki tüm insanlardan izole eden ve duyduğu utanç nedeniyle davet edildikleri bir doğumgünü partisine giderken parkta bıraktığı kız kardeşini sonsuza kadar kaybeden Mattia... Geçmişte yaşadıklarının bedelini yalnızlıkla ödeyen iki insan, yalnızca kendine bölünebilen iki asal sayı...

Bu iki yalnız insanın birbirlerinin ruhlarına değişine, istemeden de olsa birbirlerinin yaralarını sarışına ve zamanla sadece kendilerine ve birbirlerine bölünebilen sayılar oluşuna tanıklık ediyorsunuz.

Nükleer fizik alanında doktora yapmakta olan Paolo Giordano‘nun ilk romanı olan "Asal Sayıların Yalnızlığı", İtalya’nın önemli ödüllerinden Premio Strega ödülünü de bu romanına borçlu.




16 Şubat 2013 Cumartesi

Sinestezya - Jeffrey Moore

Hiç yaşamayanlar için kulağa çok saçma geldiğini biliyorum ama hiç "4 sayısı olsa olsa turuncu olabilir, 8 ise yeşil" diye düşündüğünüz oldu mu? Cuma günlerinin koyu mor renk olduğunu hissettiğiniz, E harfinin tok sesli olduğuna emin olduğunuz... Bu saptamalar tamamen bana ait ve açıkçası tıpta bunun bir karşılığı olduğunu, bu durumun "sinestezi" olarak adlandırıldığını bu kitabın arka kapağını okuduğum an anladım ve inanılmaz bir merakla kitaba başladım.

Baş kahramanımız Noel Burun bir sinestezik... Annesi Alzheimer hastası olan Noel, alanında çok ünlü bir bilim adamının notlarını inceleyerek annesini iyileştirecek bir buluş için kolları sıvar. Bu yolda ona; hedonist, yüksek egolu, eski bir yazar olan arkadaşı Norval, çocuklukta yaşadıkları nedeniyle büyük gizler taşıyan, geçmişinden kurtulmaya çalışan eski sinema aktristi Samira ve çılgınlık derecesinde eğlenceli arkadaşı JJ ona destek oluyor.

Dünya çapında bir bilim adamının notlarına ve onunla birlikte çalışan dört sinesteziğin günlüklerine dayanan roman, bilimsel açıdan çok dolu olmasına rağmen anlatımı sayesinde su gibi akıp gidiyor...

Sinesteziye dönecek olursak; "Sinestezi" Yunanca kökenli bir kelime olup birleşik duyu anlamına geliyor. Sinestezik kişilerde bir duyunun uyarımı otomatik olarak başka bir duyu algısını tetikliyor böylece sinestezikler gerçegi, farklı duyusal algılamaları birbiriyle karıstırarak görüyorlar. Örneğin renkleri duyup, şekilleri tadıp, sesleri koklayabiliyorlar. Araştırmalar bunu "hastalık" olarak kabul etseler de bazılarına göre mucize, hatta mistik bir insan yeteneği... Belki de yalnızca beynin bize oynadığı yaratıcı, eğlenceli, renkli bir oyun...







9 Şubat 2013 Cumartesi

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim - Joanne Greenberg

Yıllar önce, büyük ihtimalle de ergenliğin etkisiyle, hayatımdaki her olumsuzluktan derin yaralar aldığım bir dönemde idolüm, annemin hediye ettiği, okuduğumda bana gerçekten iyi gelen, yakın zamanlarda yeniden okuduğum bir kitapla ilgili yazmak geldi içimden bu akşam, "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim"

Romanda, şizofreni tanısı konan 16 yaşındaki Deborah’ın ailesinden ve evinden ayrılıp akıl hastanesine yerleşmesiyle başlayan tedavi süreci, bu süreçte deneyimli doktoruyla gerçekleşen terapi seansları, Deborah'ın hastanede yaşadığı deneyimler sonucunda hayatı sorgulayışı anlatılıyor. Okurken siz de sorguluyorsunuz... Bu kadar net bir çizgi var mıdır? Normal ya da hasta olmak, yani içerde ya da dışarda olmak...

Şizofreni bilindiği üzere hastanın kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan bir beyin hastalığı... Bir çoğumuzun içinde biraz şizofreni var aslında, zaman zaman uyum sağlayamadığımız, kendi iç dünyamızdan bir türlü çıkamadığımız.. Nobel ödüllü matematikçi John Nash, Kurt Cobain, Picasso, Leonardo Da Vinci... Şizofren tanısı konmuş kişiler... Hepsi kendi alanlarında dünyanın en başarılı isimleri...

Kendi dünyası ve dış dünya arasında çırpınan Deborah, deneyimli doktoru sayesinde zamanla hayata dair pek çok korkusunu yenerek büyük oranda iyileşir ve taburcu olur. Ancak dışardaki dünya içerisinde bir birey olmak düşündüğü kadar kolay değildir. Korkuları, deneyimleri, hayal kırıklıkları nedeniyle hayatına son verme noktasına geldiğinde Dr. Freid'a geri döner. Doktorunun kendisine olan yaklaşımı ve sözleri bugün bile neredeyse ezbere bildiğim, sıkça kendime sunduğum sözler:

"Bak, dinle beni, sana hicbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.
Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim...
Ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim.
Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim.
Sana sundugum tek gerceklik savaşım.
Ve sağlıklı olmak, gücünün yettigi kadariyla, bu savaşımı kabul edip etmemek de özgür olmak demektir.
Ben yalan şeyleri vadetmem hiç.
Kusursuz güllük gülistanlik bir dünya masalı koca bir yalandır...
Üstelik böyle bir dünya cok can sıkıcı bir yer olur"

Romanda, mental hastalıkların tedavi sürecinde yaşanan zorluklar acımasızca anlatılırken, hasta kişiyi normal kavramını sorgulatacak derecede anlamanıza olanak sunuyor.

Şizofreni hastalarının dünyalarının çarpıcı bir şekilde konu edildiği roman sayesinde kendi adıma edindiğim en anlamlı anlayış; "hayatın düz, engebesiz bir yol olmasını ummaktan, başa gelen olumsuzlukları sorgulamaktan çok, her şeyi olduğu gibi kabul ederek mücadele gücünü asla yitirmemek" oldu. Açıkçası mücadele gücümüm kaynağı da oldu.

"Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" roman olmanın da ötesinde gerçek bir psikolojik destek niteliğinde... Tüm ihtiyaç duyanlara...











2 Şubat 2013 Cumartesi

Asma Pansiyon - Işıl Şenol


"Asma Pansiyon"a, bir pansiyona ancak Bozcaada'da "Asma" ismi verilebileceğinden olsa gerek, içimdeki tarifsiz Bozcaada aşkıyla gördüğüm an alıp başladım... Bozcaada'ya ilk gittiğimde ordaki yaşantı alışkanlıklarından, şaraptan, buz gibi tertemiz denizden, Rum mahallesinin daracık sokaklarındaki birbirinden güzel evlerden öylesine sarhoş olmuştum ki, döner dönmez Bozcaada'da geçen bir roman yazma sözü verdim kendime. Bu kitaba da buna benzer bir hevesle başladım açıkçası... Ancak benim için kocaman bir hayal kırıklığı oldu... Nedenine gelirsek:

Roman, ailesinden beklediği ilgi ve sevgiyi bulamayan ve bu nedenle yeni başlayan ilişkisine sımsıkı tutunan Defne'nin aldatılması üzerine öncesinde hiç gitmemiş olduğu Bozcaada'ya kendini atmasıyla başlıyor. Evet, Bozcaada'ya gidenler bilir bu hissi, Bozcaada gerçekten kalabalıklardan kaçıp, yalnızlığınızla başbaşa olmak istediğinizde ilk aklınıza gelecek yer olma niteliği taşıyor. Defne de Madam Yenola'nın yıllardır işlettiği Asma Pansiyon'a gidip yerleşiyor. Her şeyden kaçıp Bozcaada'da yalnızlığı tercih eden yalnızca Defne değil oysa ki... Çocukları yasal olmayan yollarla para kazanmakta olan ve bu nedenle oğullarıyla görüşmeyen, eşinin ölümüyle de iyice yalnızlaşan Ekrem Bey, eşiyle sorunları olan müzik öğretmeni Belma, idealleri uğruna mesleğini bırakmış olan gazeteci Demir pansiyonun diğer sakinleri... Hatta pansiyonun işletmecisi Madam Yenola'nın bile hüzünlü bir hikayesi var, gençliğinde sevdiği adam uğruna ailesiyle beraber ülkesine dönmek yerine Bozcaada'da kalmış Yenola... Sevdiği adamın onu terketmesi üzerine yıllardır yapayalnız Bozcaada'ya sıkışıp kalmış...

Pansiyon sakinlerinin hikayelerine tanık oluyorsunuz genel olarak romanda. Basit, oldukça sade bir anlatımı var. Ama bana kesinlikle aradığım tadı veremedi, öncelikle anlatım şekli kesinlikle bir "ilk roman" hissi veriyor ki sonrasında Işıl Şenol'un yayınlanan ilk romanı olduğunu öğrendim. Ayrıca bir pansiyon dolusu mutsuz insan... Herkesin kocaman sorunları var... Belki biraz güzellik, mutlu, eğlenceli bir kaç an anlatılmış olsaydı daha güzel olabilirdi. İlk sayfasında "Geçmişten günümüze Bozcaada'dan yolu geçen herkese" ithaf edilmiş olan romanda tek bir arnavut kaldırımlı, beyaz duvarlarını begonviller sarmış mavi pencereli evlerin yanyana dizildiği bir sokak anlatılmamış... Bağlarında geçen ya da Bozcaada'da adet olduğu üzere bir kadeh şarapla güneşin denize batışına tanık olunan bir an hiç yaşatılmamış... Ada halkının hayata dair küçük beklentileri, büyük neşeleri, sımsıcak hallerinden hiç bahsedilmemiş. Yazar ya Bozcaada'ya hiç gitmemiş ya da ordaki atmosferi anlatma gereği duymamış.

Biz Bozcaada tutkunları için, Bozcaada; aşktır, şaraptır, denizdir, limandır, Martı Restaurant'ta Ezginin Günlüğü eşliğinde denizi izlemektir, rüzgar güllerinin altında Polente fenerinin yanıbaşında oturup şarabı yudumlarken güneşin denizdeki batık geminin arkasından batışına tanıklık etmektir. Bunların olmadığı bir roman Bozcaada romanı olarak geçmemelidir bence;) Asma pansiyon için diyeceklerim bundan ibaret, Bozcaada'nın güzelliğine dalmak zamanıdır...