23 Mart 2013 Cumartesi

Bir Gün

15 temmuz 1988 yılında mezuniyet töreninde tanışan, yalnızca bir günü bir arada geçirmiş olmalarına rağmen birbirlerinden hiç vazgeçemeyen Emma ve Dexter'ın sımsıcak, samimi, bazen hüzünlü bazen de eğlenceli, zaman zaman dostluk, zaman zamansa aşk adını verdikleri hikayelerine tanık oluyorsunuz.

Mezuniyet gecesinden sonra hayat her ikisini de farklı yerlere, farklı insanlara savursa da birbirlerine yazmaktan asla vazgeçmezler.

Emma yıllar içinde beklentilerini karşılamayan tiyatro gösterilerinde rol alırken,
Dexter televizyon ve medya sektöründe parlayan bir yıldıza dönüşür. Emma, Dexter'ın yokluğunu her anında hissettiği için hayatına kimseyi sokmazken Dexter her gün bir başkasıyladır, her kalp kırıklığında teselliyi Emma'ya ulaşmakta bulur.

Hayat boyu Dexter'ı ümitsizce beklemekten yorulan Emma, hayatına bir çeki düzen vermeye karar verdikten sonra şans yüzüne güler, hayatında olumlu gelişmeler, güzel ilişkiler yer almaya başlar. Ne var ki televizyon dünyası Dexter'ı yarı yolda bırakmış, tüm sahip olduklarını yitirmeye başlamıştır...

İnişli çıkışlı hayatlar yaşayan Emma ve Dexter, birbirlerine bazen aşk bazen de sonsuz dostluk duymuş, her ne sıfatla olursa olsun her zaman birbirlerinin vazgeçilmez parçası olmuşlardır.

David Nicholls‘ın okuduğum ilk romanı olan "Bir Gün", akıcılığı ve anlatım şekliyle ilgimi çekti. Emma ve Dexter'ın ilişkilerinin gelişimi her yıl 15 temmuz günü hayatlarında neler olup bittiği anlatılarak okuyucuya sunuluyor. Merakla bir sene sonraki 15 temmuzda geçen yıl boyunca neler yaşandığını, ilişkilerinin nasıl bir şekil aldığını okuyorsunuz.

Sinemaya da uyarlanmış olan "Bir Gün", elinizden bırakamadan okuyacağınız, sımsıcak bir aşk ve dostluk hikayesi...





16 Mart 2013 Cumartesi

11 yıl aradan sonra "Gönül Meselesi"

11 yıl önce "Git Kendini Çok Sevdirmeden" romanıyla tanımış ve çok sevmiştim Tuna Kiremitçi'yi. Çocukluğumun ve üniversite yıllarımın geçtiği Eskişehir'i satır satır anlatan nadir yazarlardan biriydi. Kitap biter bitmez bir heves yazarına mail attım, teşekkür ettim Eskişehir'i insanlara anlattığı için... Aynı gün içinde döndü mailime, çok samimi şekilde Eskişehirle olan bağından söz etmiş, yorumlarıma kendi yorumlarını eklemiş. Büyük hevesle, yazdığı tüm romanları takip etsem de ilk romanının verdiği hissi diğerlerinde bulamadım.

Tuna Kiremitçi'nin son kitabı, "Gönül Meselesi", "Git Kendini Çok Sevdirmeden"in devamı niteliğinde, aynı karakterlerin etrafında dönüyor... Çocuğunu yitirdikten sonra Eskişehir’e, artık sadece annesinin yaşadığı, genç kızlık evine dönen Arda, çocukluk aşkı Ertuğrul’un yeniden ortaya çıkıp kızı Dünya’yı kendisine emanet edişiyle acısıyla mücadele etmenin bir yolunu bulabilmiş, bir süredir İstanbuldaki evlerinde yalnız bıraktığı eşi Ali'nin yanına döner. Ancak Ali bıraktığı kişiden oldukça farklıdır, yaşadıklarının üstesinden dine sığınarak gelebilmiştir. Arda'yı şaşırtan, bu değişimden çok, Alinin hayatındaki diğer kişidir, Gönül...

Romanlarında tesettürlü kişilere yer vermediği konusunda eleştiri alıyor olmasından dolayı Gönül'e yer verdiğini söyleyen Tuna Kiremitçi, tesettürlü bir genç kızın bakış açısını da okuyucusuna sunuyor. Ancak ilk kitabın devamı niteliğinde olan bu kitapta bu tarz bir bakış açısı gerekli miydi, emin değilim... Her zaman olduğu gibi, ayrıntılara boğulmamış; sade ve akıcı bir dil kullanılmış "Gönül Meselesi"nde... Ne var ki "devam" niteliği taşıyan bir kitabın ilkinden 11 yıl sonra yayılanmış olması hafızaları oldukça yormaya neden oluyor...




Melekler Sokağı

Bazı kitaplar vardır, okurken zevk alırsınız;yanında bir meyve çayı, kucağınızda battaniye, çok keyiflidir... Ne var ki kitap bittikten 2, 3 ay sonra konusuna dair çok fazla şey hatırlamazsınız, tek hatırladığınız sıcacık bir roman olduğudur. Bence tam olarak bu tarife uyuyor "Melekler Sokağı"...

Küçük bir kasabada yıllardır yaşayan, bir başka şehre taşınan torunlarına özlemi her geçen gün artan, bir fırın sahibesi Sarah; geride bıraktığı evliliğin kötü anılarını silmeye çalışan çikolatacı Jamie ve büyük alışveriş merkezlerine giderek artan ilgi karşısında işleri çok bozulan ancak buna rağmen tüm hayatı patchwork dükkanı olan Emma'nın dostlukları; birbirleri için yapabilecekleri, yaşadıkları kasabada iyilik ve yardımlaşmayı yaygınlaştırmak için başlattıkları kampanya konu ediliyor. Kafa dağıtmak, birazcık gülümsemek isterseniz seveceğinizden eminim...

6 Mart 2013 Çarşamba

Pippi Uzunçorap'ı Tanır mısınız?

İlkokulda en iyi arkadaşım ödünç vermişti "Pippi Uzun Çorap Issız Köşkte " kitabını... O kadar sevmiştim ki, elimden bırakmadan bir solukta bitirmiştim. Uzun zaman sonra kitaplığımda bu seriye yer vermek için her yerde arasam da basımı durduğu için bulamadım. Bursa'da bir sahafta 2 kitabı bulup, bu ümitle sahafın altını üstüne getirdikten sonra 3. kitabı bulduğumda mutluluktan ağladığımı hatırlıyorum.

Pippi Uzunçorap, Astrid Lindgren'in kızının hasta olduğu bir dönemde, kızını eğlendirmek için uydurduğu bir karakter olup, bu serinin ilk kitabini, 1945'te tamamladığında kızına 10. doğum günü hediyesi olarak hediye eder.

Çocuk kitabı olarak bilinen Pippi Uzunçorap'ı yıllar sonra yeniden okuduğumda kahkahalarla güldüğüm, "çocukken bu ayrıntıları anlayabilmiş miydim acaba?" diye düşünmekten kendimi alamadığım, tek kelimeyle "kült" bir eser.

Herkesten çok farklı, çok sevimli, yerçekimine aykırı konumlanmış turuncu saçları iki yanında örgülü, çilli, uzun çoraplı, garip giyinimli bir kız çocuğudur Pippi. Annesi o doğar doğmaz melek olmuş, denizci olan babası ise yakın zaman önce korsanlarla verdiği amansız bir savaşta hayatını kaybetmiş ancak Pippi'ye çuvalla altın bırakmıştır. Küçücük yaşında bu zenginliğe sahip olan Pippi her yönüyle yaşıtlarından hatta tüm insanlardan faklıdır. Kocaman bir at ve babasından kalan maymunu ile birlikte kocaman bir villada yaşar. Gözü pek, korkusuz, her türlü zorluğa ilginç de olsa çözümlerle bir yol bulan bir kız çocuğudur Pippi. Kendi kendini okula yazdırır, düzenli olarak okuluna gider ancak yıllarca babasıyla dünyayı gezen Pippi'ye ilkokulda öğretilenler çok anlamsız gelir.

Tamamen kendine has tarzı ve güçlü duruşuyla herkesin idolü olan Pippi, insanların kalıplaşmış alışkanlıklarını, geleneksel yönlerini eleştirmeye bayılır.

Bir de yaşadıklarıyla ilgili palavra atmaya bayılır Pippi Uzunçorap, özellikle de işine gelmeyen konularda... Serinin son kitabından, Pippi'nin ağzından bir alıntı:

“Ben okul diye Arjantin’dekilere derim,” dedi etrafındaki çocukları gururla süzerek. “Asıl orada okula gitmeliydiniz. Noel tatilinden üç gün sonra, Paskalya tatili başlar. Paskalya tatili bittikten üç gün sonra da yaz tatili başlar. Yaz tatili 1 Kasım’da biter. Tabii 11 Kasım’da başlayan Noel tatiline kadar biraz zorlanırsınız. Ama hiç değilse ev ödevi diye bir şey yok. Arjantin’de ev ödevi yapmak kesinlikle yasak! Tamam, bazen gardıroba saklanıp da ev ödevi yapan bir ya da iki Arjantinli çocuk çıkar ama anneleri onları bir yakalarsa, vay hallerine. Hele toplama işlemi, oradaki okullarda adı bile anılmaz. Eğer bir çocuk 7 artı 5’in kaç ettiğini bilir de, bir de öğretmene söylecek kadar budala olursa, bütün bir gün utanç köşesinde tek ayak üzerinde dikilmek zorunda kalır. Yalnızca cuma günleri ders yaparlar, tabii ders yapacak kitap bulabilirlerse. Ama neyse ki orada hiç kitap yok.”

Yakın zaman önce yeni basımlarının çıkmasıyla yeniden okuyucusuyla buluşan Pippi Uzunçorap, gerek tv dizisi, gerek filmler, gerek de kitaplarıyla tanınan Pippi Uzunçorap, her yaşta herkesin okurken zevk alacağı, arşivlenmesi gereken bir edebi eser.